Ben öğretmen çocuğuyum. Bu cümle sizin için bir şey ifade etmeyebilir ama bütün öğretmen çocuklarının hayat özeti gibidir. Çok şey miras kalır size bu cümleden. Hayatta birçok şeyle erken tanışırsınız. Bunların başında yokluk gelir. Her ay babanızın bulduğu öylesine bir kağıda yazmaya başladığı rakamlar tanıştırır sizi yoklukla. Siz de her şeyi kuruşu kuruşuna hesaplamayı öğrenirsiniz. Alacağınız şeyleri kaç yıl kullanabileceğinizi düşünerek alırsınız mesela. Sabretmeyi öğrenirsiniz. Beklemeyi. Vazgeçmeyi. Yetinmeyi. Şükretmeyi. Lütfen bu kelimeleri hızlıca okuyup geçmeyin. Her birinin arası çok derin bir boşluk..

Ben bir öğretmen kızıyım. 28 yıllık Karslı bir öğretmen benim babam. Yine öğretmen olan rahmetli dedemin üç çocuğundan en büyüğü. İlkokulda başlamış yurt köşelerinde, zulüm dolu akraba evlerinde kaderin sillesini yemeye. Bunu afili bir cümle olsun diye söylemiyorum. Islak döşeklerde, aç, arkadaşının montunu giyerek okumuş. Gururla söylüyorum. Bildiğim, gördüğüm, duyduğum en iyi öğretmen olmuş. Babam olduğu için söylemiyorum bunu. Neredeyse babam olduğunu unuttuğum zamanlar olduğu için söylüyorum. Sanki bu mesleği bir iş olarak değil bir kutsal görev gibi yaptı babam. Hep bunun için doğmuş gibiydi.

3 yaşındaydım. Anadolu’nun bir köyünde harabe bir binaya çıkmıştı 18 aylık askerliğinden sonraki tayini. Duvarlarını onarmakla başlamış öğretmeye.. Alçısını, boyasını, çivisini, masasını, sobasını.. Her şeyini elleriyle yapsa da çaresizliğe bir yardım eli beklediği için televizyonları da çağırmış.. Bir haberden ötesi olmamış o zaman.. Okulla tanışmam da beni kovalayan köpeklere rağmen evden kaçıp babamın peşine gitmemle, orada başladı. Hala o okulun bahçesindeki kirpiyi bile hatırlıyorum.

Babamın tayini çıkıp da başka bir şehre gittiğimizde de durum farklı olmadı. Babam hiç durmadı. Onun peşinden okula gide gide öyle alışmışım ki ana sınıfına bir sene erken başlayıp kovulana kadar derslere girmiştim. Birinci sınıfa geçince öğretmen yetersizliğinden İngilizce öğretmenini sınıf öğretmenimiz yapmışlardı. Adam sınıf öğretmenliğine o kadar uzaktı ki babam geç kalırsın böyle diye bana bir gecede okumayı öğretmişti. Şaka değil. Bir gecede. “Burada bırakmazsan başarırsın, ağlama” demişti. Bu cümleyi hiç unutmadım. Ağlaya ağlaya okumayı söküp gülmeye başlamıştım.

Müzik derslerime de giriyordu yan branşı olduğu için. Sazdan orga kadar bir sürü enstrüman çalardı babam. Hepsini de kulaktan kendi kendine öğrenmişti. Bazen o çalardı ben söylerdim.
Tüm okul hayatım boyunca yanlışlıkla yediğim bir cetvel dışında kötü söz bile işitmemiş ben, babamdan yedim ilk kalayı. Onun dersinde arkadaşıma kalemtraş uzattığım için fırçaladı beni tüm sınıfın önünde ve şamarı yedim. Çok ağlayıp anneme şikayet ettim. “Babası öğretmen diye ayrıcalığı olduğunu düşünmesinler” demişti..
Babam okulla ilgili yapmam gerekenleri yapmadan çıkıp oynama izin vermezdi. “Önce görevini yap sonra haket eğlenmeyi” derdi. Onunla okul yolunda beraber yürürdük. O şehirden taşınırken tüm öğrencileri ve komşular kapının önüne gelip ağlamıştı. Bir önceki okulda olduğu gibi.. Son ana kadar gitmekten vazgeçirmeye çalışmışlardı babamı, olmayacağını bile bile. Şaşırıyordum bu kadar üzülmelerine.

8 yaşındaydım. Bir gün babamın sınıfına girdim. Öğrencilerine sayı doğrusunu çiziyordu. O zaman birinci sınıfları okutuyordu. Sayı doğrusunu anlatmasına güldüm. “Çok kolay senin işin” dedim. “Gel sen anlat” dedi. “Anlamadığınız her şeyi sorabilirsiniz.” diye ekledi sonra öğrencilerine bakıp. Pencerenin kenarına geçip beni izledi. Gözüme dünyanın en basit görünen şeklini; sayı doğrusunu çizip birkaç cümle kurdum. Sorular gelmeye başladı. “Neden o tarafa, neden oradan başlıyor, bu ne demek, şu neydi?”… Bir iki cevap vermeye çalıştım. Babam “onların anlayacağı şekilde anlatmak zorundasın öğretmen” dedi. “Bunlar hiçbir şey anlamıyor” deyip pes ettim iki dakika sonra. Bu defa babam bana güldü. Öğretmek için bilmenin yeterli olmadığını orada öğrendim. Nitekim şimdi bunu çok daha iyi anlıyorum. 🙂
Liseye kadar babamla aynı okul yolunu yürüdük. Ve ben onun sayesinde rüyasında bile parmak kaldıran bir öğrenci oldum. Bizim evde okumak, yazmak her şeyden kıymetliydi. Babamın doğum günü hediyeleri bile hep kitap oldu. Bir defasında sürpriz yapıp ben okuldan dönene kadar annemle birlikte yaptıkları kütüphane hariç. Hep disiplinliydi, hep titizdi, girdiği ortamda her şeye dikkat eder, mutlaka el atar ve güzelleştirirdi. Nereye gitse anlardınız hangi sınıfın onun sınıfı olduğunu. Çiçek gibiydi. Temiz, her yanında el emeğiyle hazırlanmış bir şeyler olurdu. Halk oyunu, Kafkas dansı öğretirdi öğrencilerine, gösteriler hazırlardı, şiir dinletileri yapardı, tiyatro oynatırdı, satranç öğretirdi, masa tenisi oynardı.. Öğrencileri onun çocuğu gibiydi hep.

Babam eve gelince de öğretmendi. Eve gelir gelmez çantasını açar, yazar çizer, velilerle konuşur, telefonda ders anlatır, soru çözer, alıştırmalar projeler hazırlar, arada iki lokma ağzına belki atar, gece geç saate kadar uyumazdı.
O kadar ilgilenirdi ki öğrencileriyle bize de heyecanla onlarla ilgili şeyleri anlatırdı. Doğrusu buna kızardım. Kendi çocuklarından daha önemli tuttuğu için kıskanırdım da. Yüzüne de söylesek değişmedi bir şey. “Sen de biraz benim hocalarım gibi olsana” derdim. “Kimse senin yaptığını yapmıyor sen niye bu kadar uğraşıyorsun boş yere” diye söylenirdim. “Ben başkası değilim, ben öğretmenim.” derdi. Zamanla kabul ettik. Babam böyleydi. Babam öğretmendi.
Gittiği her okulda müdürden daha havalıydı. Kime sorsanız tanırdı babamı. Sertti, sinirliydi ama bir o kadar da “kafa.. Müthiş bir sosyal gücü, müthiş bir enerjisi, müthiş bir zekası vardı. Durmadan çalışırdı, arı gibi.. Hayranlıkla izledim onu hep.

Onun hayranlıkla baktığı da Atatürk’tü. Odama astığı ilk posterdi. Ceketinin yakasında da, sınıfının duvarlarında da, dilinde de, gittiği her okulda, girdiği her ortamda gururla, inadına yanında taşıdığı Atatürk..
“İnançlı olacaksınız.” derdi. “Atatürkçü olacaksınız. Vatanınızı, bayrağınızı, milletinizi seveceksiniz. Ne olursa olsun. Sizin siyasetle işiniz yok, siz okuyun. Siz sadece okumanıza bakacaksınız, iyi insan olacaksınız. “derdi.

Babam şimdi yine bir köy okulunda müdür. Geçim sıkıntısıyla yıllar sonra eline kitapları alıp sınavlara hazırlandı. Kazanıp müdür oldu.
Oh dedik annem ve iki kardeşimle. Artık rahatlar belki biraz.
Nerdee.. Babam yine hiç durmadı. Atandığı gün hepimizi alıp okulu temizlemeye götürdü. Odasından başladı her şeyi temizleyip düzenleyip süsleyip güzelleştirmeye. Bayrağı ve Atatürk’ü de aldı yanına hemen. Evden okulda işe yarayabilecek perdesinden minderine ne varsa toplayıp götürdü. Kendi cebinde ay sonu kalan üç kuruşuyla eksikleri tamamladı. Çöplük gibi bırakılmış tavan arasına öğrenciler için okuma alanı yaptı. Okulun merdivenlerini, çeperlerini boyadı. Öğlen yemeklerine yetişecek vakti hiç olmadı. Yine tiyatrolar, yine etkinlikler, yine ekilen çiçekler, yine sazlar, yine sözler.. Yine bütün öğrencilerin adları ezberinde, yine hepsinin hayatlarına hakim, cebinde onlara hediyeler, dertlerini anlatıp çözüm arayan, yine baktığı her köşeye ne yaparız diye düşünen, derse geç giren ve işten kaytaranlara kızan babam.. ‘Ne zaman emekli olacaksın’ deyince bile bozulan, daha yapacak çok şeyi olduğunu düşünen babam.

Şimdi başka bir ilde öğretmen olan amcam, yıllarca atama bekledi. Herkes vazgeç artık derken inatla devam ediyordu. Bir gün “Niye bu kadar istiyorsun ki amca, başka meslek mi yok sanki.” dedim. “Ben çocukken dedenin öğrencileri bir gün ziyarete eve geldiler. Kimi doktor, kimi öğretmen, kimi mühendis olmuş. Hepsi iyi yerlere gelmişler. Teşekkür etmek için dedeni görmeye geldiler. Ağlaya ağlaya dedenin ellerini öptüler. Ağlaya ağlaya gittiler köyün o yolunu. O görüntüyü hiç unutamadım. Bu sadece bir meslek değil, sadece bir devlet garantisi de değil. O gün gördüğümü anlatamam. Ben başka bir şey yapamam.” demişti.
Öğretmenlik bizde hep kutsaldı. Rahmetli dedemden, genç yaşta kaybettiğimiz rahmetli öğretmen halamdan yadigar, şimdi babamın, amcamın ve bir aday olarak benim için tarifsiz bir miras.

Haftanın 7 günü okulda babam.. Bir gün olsun of demedi. Sıkılmıyor musun diye sorduğumda sandalyesine kurulan kediden bahsetti “arkadaşım var” diye. Babam dün yazdığı şiiri okudu telefondan bana. Gözlerim doldu. Baba demek okul demekti benim için. Hala bu denli hisli, bu denli gerçek yapılabilir mi bu meslek diye düşündüm. O “öğretmen olmak dedikçe, babamdan öğrendiklerimi düşündüm.

Dürüstlükten daha şık bir kıyafet, bir ekmeği bölüşmekten daha özel dostluk, kalbin değdiği şeyden daha gerçek, bir umudu yeşertmekten öte güzellik yok..
Teşekkür ederim baba.
En iyi öğretmenim olduğun için. Böyle olduğun için. Gerçek sevgiyi öğrettiğin ve bana en güzel mirası bıraktığın için.

Dilerim dersimiz hiç bitmesin..
Öğretmenler günün kutlu olsun.

“Babamın şiiri”

ÖĞRETMEN OLMAK
Her sabah uyandığında içinde heyecan duymak,
Bir an önce düşmektir okul yoluna öğretmen olmak.
Hani danelere muhtaç serçeler gibi,
Bahçede çocuk görmeğe aç olmaktır öğretmen olmak.
Uyku sersemiyle sendelesen de ara sıra,
“Günaydın öğretmenim” sesleriyle nefes almaktır öğretmen olmak.
Kahvaltısız gitsen de o gün, akşamı iple çekercesine,
Masana bırakılmış elmayla doymaktır öğretmen olmak.
Bozuksa da moralin Hacer’e, Funda’ya; dalarken ufuklara,
Okşanmamış başları okşayabilmektir öğretmen olmak.
Bazen akıl dolu espriler yapanlara tüm sınıfın gülmesini seyredip,
Yanağındaki al al kızarıklığa, tebessüm edebilmektir öğretmen olmak.
Ne kendi çocuklarının okul taksidi, ne de bu ayki ev kirasının zorluğu,
Yüreğindeki elmasları saçabilmektir öğretmen olmak.
Okuma yazma bilmese de Arife’nin yaptığı resme yazdırdığı;
“Seni severken çok mutlu oldum öğretmenim” notunu yüreğine koymaktır öğretmen olmak.
Türkçe metnini okurken tedirginleşen Arzu’nun ,
Gözyaşlarını görünce birlikte ağlamaktır öğretmen olmak.
Hani yalnızlık sitemiyle, stresten kıvranıp dursan da yumruk yumruk,
Annesizlik ya da babasızlık özlemiyle , dalıp gidenlere anlam olabilmektir öğretmen olmak.
Ne de olsa insanız, sesini yükseltince, ürküp titreyen yüreklere bakıp,
Kendini sorgularken, ezilip bükülmektir öğretmen olmak.
Aybaşı gelmeden maaşından ne kadar kalacağını hesaplayıp dursan da;
Kalemi olmayan Hüseyin’e kalem olabilmektir öğretmen olmak.
Şehir okullarıyla boy ölçüşmeden, hani haddimizi de bilerken,
“Neysem oyum öğretmenim” diyen köy çocuklarıyla arkadaş olabilmektir öğretmen olmak.
Ailesinin eksiğini yüzüne vurmadan, aile olabilmeyi başarmak,
Bulduğuyla sana koşan yüreklere derman olabilmektir öğretmen olmak!
“O yok, bu çalışmıyor” deyip, hazıra konmayı emek saymadan,
Bir defterle de olsa öğretmen olmayı sevmektir öğretmen olmak!

Ne matematiğin kitabını yazdım edalarına kapılmak,
Ne Türkçe’nin noktasına, virgülüne üstat kesilmek,
Tek kelime de olsa “sevmeyi” öğretmektir öğretmen olmak.
Lafa gelince haktan, hukuktan bahsetmeyi marifet saymadan;
Zil çalınca, oflamadan derse girmektir öğretmen olmak.
Mum olup dibine ışık veremesen de; çocukların sana hasret,
Kollarını açıp ” gelin sarılalım” diyebilmektir öğretmen olmak.
Ne şehir çocuklarının ütülü formalarını çok görmek,
Ne de kırışık, kısalmış pantolonunu horlamadan,
Sevmektir köy çocuklarını öğretmen olmak.
Her gün “şu çocukla da ilgilen” diye başının etini yese de eşin;
Çantanı çıkarıp, yarınlara umutlar hazırlamaktır öğretmen olmak…
Ne müdürün emirlerinden bahane bulup sızlanmak,
Ne bunaltan yazıdan, evraktan, dert yanıp kaçmak,
Her neyse de, yüreğini verebilmektir öğretmen olmak.
Yüreğini verirsin de, çocuk gözlerde vatanın geleceğini görebilmek,
Vatan derken de kaleminle savaşıp, ölebilmektir öğretmen olmak!