Le Temps Qui Reste
Ozon’un ölüm üçlemesinin sırf afişinin “gerçekliği için bile izlenebilecek ikinci filmi Veda Vakti, ölmek üzere olan bir gencin hastalığını öğrenmesinin ardından geçen süreci anlatıyor. Klişe bir konu gibi durabilir ama bu filmde öleceğini öğrendikten sonra zamanı mükemmel değerlendirmeye çalışmalar falan yok. İnsanın aynanın karşısında kendi ölümüyle başa çıkması var. Yalnızlığına ölümü bile yakıştıran başrol Romain’in hayatına aynı sıradanlık içinde devam ederken yanında kendi çocukluğunu gezdirişi var. Doğurganlığın yalnızca kadınlara özgü olmadığının gözler önüne serilişi var. Aslında filmdeki tüm sadeliğe rağmen karakterlerin iç dünyalarının suratınıza tokat gibi çarpışı var. Ve yaşamın ölümden sonra da devam ettiğini kalbinize işleyerek gelen, belki de görebileceğiniz en naif ölüm sahnesi var..
——————————————————————————————————————-
Severmişim Meğer
…
severmişim meğer
gözümün önüne kar yağışı geliyor
ağır ağır dilsiz kuşbaşısı da buram buram tipisi de
meğer kar yağışını severmişim
güneşi severmişim meğer
şimdi şu vişne reçeline bulanmış batarken bile
güneş İstanbul’da da kimi kere renkli kartpostallardaki gibi batar
ama onun resmini sen öyle yapmayacaksın
meğer denizi severmişim
hem de nasıl
ama Ayvazofki’nin denizleri bir yana
bulutları severmişim meğer
ister altlarında olayım ister üstlerinde
ister devlere benzesinler ister ak tüylü hayvanlara
ayışığı geliyor aklıma en aygın baygın en yalancısı en küçük burjuvası
severmişim
yağmuru severmişim meğer
ağ gibi de inse üstüme ve damlayıp dağılsa da camlarımda yüreğim
beni olduğum yerde bırakır ağlara dolanık ya da bir damlanın
içinde ve çıkar yolculuğa hartada çizilmemiş bir memlekete gider
yağmuru severmişim meğer
ama neden birdenbire keşfettim bu sevdaları Prag-Berlin treninde
yanında pencerenin
altıncı cıgaramı yaktığımdan mı
bir eski ölümdür benim için
Moskova’da kalan birilerini düşündüğümden mi geberesiye
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
zifiri karanlıkta gidiyor tren
zifiri karanlığı severmişim meğer
kıvılcımlar uçuşuyor lokomotiften
kıvılcımları severmişim meğer
meğer ne çok şeyi severmişim de altmışında farkına vardım bunun
Prag-Berlin treninde yanında pencerenin yeryüzünü dönülmez bir
yolculuğa çıkmışım gibi seyrederek
NÂZIM HİKMET
——————————————————————————————————————-
Carefree
MADHUR SHROFF – INDIA
——————————————————————————————————————-
Bütün Ölülerin Derileri Aynıdır
Nemli koridor boyunca yürürken çeşitli duygular altındaydım, hepsi de eriyip neredeyse somut bir sıkıntıya dönüşüyordu. Değişmem, evden çıkıp başka bir yer bulmam, saklanmam için birden öylesine diri bir gereksinim duydum ki, yüzümü ter bastı. Bir çeşit yürek sıkıntısı, kovalanan insanın kaygısı hatta bulunduğu yere mıhlanıp kalmış da avcıya ödün vermeye çalışan av hayvanının yürek darlığı içindeydim. Hiç fareyi minik sırtından kedi pençesini çektiği anda görmediniz mi? Hareketsiz durur, kaçmaya çalışmaz bile; arkasından gelen pençe vuruşu bir okşayıştan daha hafiftir. Sevgi okşayışından, kurbanın işkencecisine duyduğu, işkencecinin de bir bakıma karşılığını verdiği sevgi.
Richard’ın beni sevdiğinden emindim. Bundan sonra pençesini ne zaman kaldıracaktı acaba?
Boris Vian
——————————————————————————————————————-
Hadi kendinize bir iyilik yapın ve Eski Salacak İskelesi’nin olduğu yerde Kız Kulesi’nin bayağılığına sırtınızı dönüp Lokal Salacak’ta sobaya limon kabukları atın, kestane yiyin ve bir çay söyleyin.
——————————————————————————————————————-
Chopin’in büyüden farksız dokunuşları kulaklarıma girerken Shakespeare’in Julius Caesar’ın da kurduğu bir cümleyi yinelemişti iç sesim. “Madem bir başka yerde yansımadan göremiyorsun kendi kendini, ben, bir ayna olup sana, övmeden seni, koyacağım gözlerinin önüne kendinin henüz bilmediğin yanlarını. ”