“BİR İNSANI ASKERE ALMAK KADAR ZORDUR HABER YAPMAK”
2012 yılından bu yana 1070 askerin intihar ettiğini biliyor muydun? 2009 yılında İstanbul Emniyeti’nin Marmara Bölgesi e-maillerine erişim yetkisi aldığını? Ali İsmail Korkmaz, hayata dönüş operasyonu ve daha niceleri… Uluslararası Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) örgütünün 100 basın kahramanı ödülünü de vitrinine ekledi. 20’ye yakın dava, 7 kitap ve kalbi güçlü atan bir gazeteci; İsmail Saymaz!
ODTÜ, sinema, park, şehir eylemleri.. Özellikle geziyi baz alırsak sizce yeni neslin kendi değerlerini göstermesi miydi? Öyleyse bu yeterli miydi ? Yoksa Gezi’ye yetmez ama evet mi dersiniz?
Gezi parkı ve gezi parkının artçı eylemliklerin temel karakteristiği şu; çoğunlukla Türkiye’nin orta sınıfı diyebileceğimiz, bir ölçüde kalburüstü ailelerinin çocukları ya da kendilerinin yoğunla destek verdikleri eylemlerdir bunlar. Bunlar şehirli eylemlerdir. Tam anlamıyla burjuva eylemleridir.
Bu kuşağın kendisini temsil etme olasılıkları tıkandı; aslında sokağa çıkmalarının en önemli özelliği bu. Yani eski kuşak partilerin hantal yapıları bu kuşağın kendisini ifade etmesinde engel oluşturuyor. O partilerde olsalar dahi itirazları mecliste karşılık bulmuyor çünkü bu partilerin herhangi bir muhalefet etme yeterlilikleri kalmadı. Derneğe, sendikaya, demokratik bir örgüte üye olsalar, bunun da tehlikeli hale geldiği bir süreçten geçtik. Dolayısıyla bu kuşağın örgütlenmeye yönelmesi de çok güç.
Bütün siyasal temsil olanakları tıkandığında, yapacakları tek şey doğrudan demokrasidir yani sokağa çıkmaktır. Eğer bir başkasının kendisini temsil etme olanağı kalmamışsa, kendi kendilerini temsil etmektir, o da Gezi Parkıdır. İnsanların kendi kendini temsil ettiği bir yerdir.
Gezi Parkı’nın bir kitle tarafından uzun soluklu olmadığı yönünde okunmasının sebebi de bu kuşağın eylemliliğini anlamamaktır. Bu kuşağın eylemi zaten buydu. Gezi Parkı’nı uzun soluklu hale getirecek bir örgüt olmadığı için sokaktan çekilmesinden daha doğal bir şey olamaz. Fakat Gezi Parkı, bu kuşağın kendisini dönüştürerek bulunduğu her noktada, bilgisayar başında, sokakta, evde eylemlerini sürdürmesiyle devam edecek. O, kendi temsiliyetini başka biçimlerde var edecek.
Polis şiddeti üzerinde durduğunuz konulardan biri. Kırsalda jandarma ya da şehirde polise yardımcı olan güvenlik birimleri de şiddet kapsamında mıdır? Resmi şiddette güvenliğimiz ne kadar?
Gezi Parkı’nın merkezini oluşturan kuşağa göre devlet şiddeti aslında çok uzakta olup biten bir şeydi. Bu yüzden gezi parkı döneminde devlet şiddetiyle karşılaştıklarında işte bu denli yoğun tepki gösterdiler. “Biz bu ülkenin yurttaşlarıyız ve bu şiddet neden” dediler. Oysa onların karşılaştığı polis copu, atılan biber gazı aslında daha dün kürdün mağdur olduğu, çingenenin başına inen, yoksulun ensesinde patlayan şiddetti. Dolayısıyla bu kuşağın bu şiddetle karşılaşması sonuçları bakımından olumsuz ama tarihteki rolü bakımından olumlu oldu. Devleti tanıdılar. Yani Yaşar Kemal’in deyimiyle “Allah’ı tanımayan çocuk” meselesi. Allah’ı tanıdı çocuklar, o bakımdan çok isabetli oldu.
Şu doğru; kırda jandarma, şehirde polis ve metropollerde özel güvenlik meselesi toplumu giderek yaşayamaz hale getirdi. Bu kadar güvenlik ihtiyacının açığa çıktığı toplumun neden güvensiz olduğunu bir kere sorgulamak gerekecek. Bu toplumun varlıklı kesimlerini, toplumun diğer kesimlerinden bu denli korumaya iten mesele ne? Bunun üzerine kafa yormak gerekiyor ama şunu biliyoruz, her geçen gün bu toplumun temsil olanakları yitiyor. İktidar karşısında itiraz kabiliyeti köreltilmiş bir toplumun daha fazla susması ve iktidara bağlanması için kendisini güvensiz hissetmesi şeklinde bir manipülasyonla karşı karşıyayız. Toplum, etrafında ne kadar çok hırsız, terörist, tehlikeli ve eli kanlı unsur varsa ondan korkarak aslında huzurun bize kendisi olduğunu yansıtmaya çalışan iktidara bağlanacak. Bir güvenlik manipülasyonuyla, bir terör manipülasyonuyla karşı karşıyayız. Ta kendisi aslında şudur; bugün sokaktan devlete doğru değil devletten topluma doğru bir terör, bir tehdit, bir güvenlik riski vardır ve onun adı da özel güvenliktir, jandarmadır, polistir.
Kişinin yapabileceği sınırlı şeyler var. O şeylerden biri de bu somut ve resmi tehdidi bertaraf edebilmek adına devletin askıya almaya çalıştığı yasal hakların bütününü öğrenmek ve onların etkin biçimde kullanılmasını sağlamaya çalışmak. Bundan başka yapabileceği bir şey yok.
Metropolis belgeselinde yer aldınız. Belgeselde şiddetle ilgili değinilen ana başlıklardan biriydi eşcinseller. Eşcinselleri ezen toplum Bülent Ersoy’a neden böyle bir sevgi duyar? Yaşanılan bu çelişki nasıl çözülebilir?
O derin bir çelişki. Sadece Bülent Ersoy değil, popüler bütün eşcinseller için söz konusu. Şunu pekala biliyorum; 2005-2006 yılında, Tarlabaşı’nın ara sokaklarında, o giderek büyüyen insanların ölümüne yol açan polis şiddeti ilk olarak travestilerin, transeksüellerin bedeninde meşrulaştırıldı. Onları dövmek haktı çünkü. Erkekliğin her hali onlar üzerinden ıspat edildi. Durum böyleyken toplum neden Bülent Ersoy’u sırtında taşır, neden Zeki Müren’i sanat güneşi diye anar, neden Fatih Ürek’i alkışlayarak dinler onu ben de anlayabilmiş değilim. Çok sosyolojik bir vaka diyebilirim. Fakat Bülent Ersoy ve diğerlerinin imgesi, toplumun normalleştirdiği bir imge değil. “Evladın Bülent Ersoy olsun mu” diye sorarsan, “olmasın” diyebilir. Yani onu alkışlamasıyla onu hayatında normalleştirmesi arasında bir uçurum var sanki.
Esas Duruşta Cinayet insanın kanını donduran rakamlar veriyor. Zorunlu askerlik yasası kaldırılırsa yeni bir yasayla her şey düzelir mi?
İlk etapta Türkiye’nin yapması gereken sivil hizmeti getirmek. Yani üniversitelilerin, üniversitesizlerin, okumuşların, ya da okumamışların kabiliyetlerine göre askerlik hizmetinin silah altında mı değil mi buna karar verebildikleri mekanizmanın acilen oluşturulması gerekir. Ben örneğin, üniversitenin gazetecilik bölümünde okumuş biri olarak silah altına alınmak istemeyip kendi kabiliyetlerime göre bir yerde istihdam edilmeyi isteyebilirim. Bu hakkın tanınması gerekiyor. Türkiye söz verdiği halde bunu yerine getirmiyor.
Orta vadede zorunlu askerliğin kaldırılması gerekiyor. Askerde meydana gelen kuşkulu ölümlerin önemli bir bölümü genç mehmetçiklerin ruh halleri, ekonomik ve sosyal pozisyonları incelenmeden, onlarla ilgili detaylı envanterler hazırlanmadan, gelişigüzel alınmalarıyla başlıyor zaten. Bu cinayetlerin hepsi askere alınırken başlıyor. Bunlar arasında çokça psikolojik sorun sahibi genç var. Bunların önemli bir bölümünün askerde onurlarıyla oynanıyor ve değersizleştiriliyorlar. On sekiz ay içerisinde “tokat yemeden döndüm” diyebilen asker yok neredeyse. Durum bu olunca askerde gösterebilecekleri tek tepki ellerindeki silahla kendilerini vurmak oluyor.
Askeri hiyerarşi insanı o kadar askeri mühimmat olarak gören bir yapı ki, kendilerine temsil edilmiş, emri altındaki genç mehmetçiklerin hayatlarını bir ölçüde umursamayan bir mekanizma oluşturulmuş durumda. Zorunlu askerliğin kendisi şiddetin zemini. O şiddet zemini kaldırıldıktan sonra vaziyeti daha şeffaf biçimde görebiliriz. Bunu izleyecek mesele de askeri hizmetlerin tamamının TBMM’nin denetimine ve sivillerin kontrolüne açılması olmalı. Meclis her partiden delegelerle düzenli bir heyet oluşturarak birlikleri gezdirilmeli ve buradaki şiddet vakalarını ele alabilmeli, inceleyebilmeli, gerektiğinde hesap sorabilmeli.
TSK’dan olumsuz bir tepki aldınız mı?
Enteresandır, olumlu tepki aldım. Bir arkadaşım genel kurmayda yetkili biriyle görüştüğünü ve bu yetkilinin kitabımla ilgili “biz onu çok önemsiyoruz, hatalarımızı görmek bakımından faydalı oldu” dediğini bana aktardı. Yakın zamanda eski genel kurmay istihbarat daire başkanı emekli tümgeneral ve balyoz davası sanıklarından orgeneral Ahmet Yavuz’la buluştuk. Kendisi kitabımı okumuş ve notlar çıkarmıştı. Her ne kadar ayrıldığımız noktalar olsa bile kendisi bir asker gözüyle çok eleştirel, çok demokratik öneriler getirdi.
Polis şiddeti üzerine, işkenceye daha detaylı ve dayanıklı bir bakış getirmek için yazdığım Sıfır Tolerans ile kıyaslıyorum. O kitapta yer alan işkence haberlerim nedeniyle neredeyse polisler tarafından tutuklanmanın eşiğine gelmiştim. Polislerin bir kan davası haline getirdiği bir kitabım var, buna karşın bir de askerlerin “aslında hatalarımızı görmek anlamında olumlu” dediği. İkisi de aslında benzer içerikli kitaplar. Dolayısıyla kamudaki iki gücün, iki güvenlik sınıfının meseleye bakışının nasıl olduğunu ortaya koymak bakımından çok önemliydi.
Muhsin Yazıcıoğlu ve BBP ile ilgili yorumlarınız ardından bir karalama kampanyasına maruz kaldınız. BBP’yi bir tehlike olarak görmediniz mi?
Gördüm; hem BBP’yi hem ona bağlı Alperen Ocaklarını. Her türlü spekülatif, her türlü manipülatif eylem içerisinde yer alabileceklerini, bu bakımdan riskli bir gurup olduklarını düşünüyorum. Hatta ülkü ocaklarından daha riskli olduklarını düşünüyorum. Ancak onların riskli olması benim görüşlerimden sakınacağım anlamına gelmiyor. Ben bu görüşlere sahibim ve görüşlerimden hiç geri adım atmadım. Benim hakkımda şikayetçi oldular, suç duyurusunda bulundular ama ondan da sonuç elde edemediler. Keşke BBP’den çağırsalardı ve bu görüşlerimi yüzyüze dinleme imkanları olsaydı.
Twitter’da karalama kampanyası yapıldığında hakımda on iki saat içerisinde yirmi bin twit atıldı ve bunların büyük bölümü tehdit içerikliydi. O günlerde arkama bakarak gezdiğimi hatırlıyorum. Kampanyanın sivil olduğunu düşünmüyorum. İçlerinden birisi benim üç yıl önce ne kadar maaş aldığımı yazmıştı ve bu bilgiye sıradan biri sahip olamazdı. Bu bakımdan kampanyanın aslında resmi bir karalama kampanyası olduğunu düşünüyorum.
Kitaplarınızı yazarken hiç “başım belaya girer mi” dediniz mi?
İlk bir iki kitabımda oldu o. Mesela Erzincan davasını anlattığım Postmodern Cihat benim ilk kitabımdır. İlhan Cihaner’in Gülen cemaatini soruşturduğu için Ergenekon’dan tutuklandığı süreci anlatır. Mesela o kitabı yazarken ve yazdıktan sonra hakkımda 8 dava açıldı, bilgisayarıma Amerika’dan girildi, bilgisayarıma kitaplar eklendi ve garip garip şeyler oldu. O süreç riskli, tedirgin edici bir süreçti. Ben Hanefi Avcı’nın yargılandığı Devrimci Karargah davasını Hanefi Yoldaş adıyla yazmıştım. O günlerde de tutuklanabileceğimi söylemişlerdi.
Hakkınızda yirmiye yakın dava var. Diğer bir taraftan korkunç gerçeklerle yüzleşiyorsunuz. Alıştınız mı? Ruh sağlığınızı nasıl koruyorsunuz?
Birincisi, ben gazeteciyim ve meseleye profesyonel bakıyorum. “Her acıya duyarsızlaştım” dediğim zannedilmesin, kastım o değil. Ben profesyonel bir iş yapıyorum ve bu iş duygusallığı kaldırmaz. Doğruyu bulmak için de duygusallığı bir kenara koymak zorundayız. Her mağdurun her söylediği doğrudur anlamına gelmez, bunun için somut belgeler ve bulgular gerekir. Ben işkence haberi için bile kişinin dövüldüm demesini yeterli gören biri değilim. Sağlık raporu alırım, ifadesini alırım, önce savcılığa gitmesini beklerim. Bir insanı askere almak kadar zordur bizde haber yapmak çünkü karşımızda bizi yalanlamaya hazır devlet güçlerinin olduğunu biliyoruz. Güvenilirliği sağlamak için somut veriler üzerinden haber yapıyoruz. Onun için de duygusallığı bir kenara bırakmak ve bir mesleği icra ettiğimizi bilmek gerekiyor.
İkincisi, duygusallığın ardından korku ya da cesaret gibi bir bağlama da sıkıştırmamak gerekir bunu. Ben mesela korkuyor olabilirim; korkum benim işimi yapmama engel değildir. Cesur olduğum için de yapmıyorum; cesaretle de ilgisi yok. Sadece mesleki bir sorumlulukla açıklayabilirim bu durumu. Yargılanmak, resmi tehditlere maruz kalmak… Bunları artık iş kazası olarak görmeye başladım. Türkiye’de elektrik işçilerinin başına, tersane işçilerinin başına nasıl işin bir doğası olarak kaza gelebiliyorsa gazetecilik de o kadar riskli bir dönemden geçiyor. Kişinin bunlarla yüzyüze gelmesi artık normalleşmiş durumda ve bu da memleketin ayıbı, yapabileceğim bir şey yok.
Küresel anlamda neden haber yapmıyorsunuz?
O da çok önemli bir sorunumuz. Bir kere biz hala mahalliyiz. Bir insan hakları meselesini iki üç ülke üzerinden okuyamıyoruz. Örneğin insan kaçakçılığı meselesi. Bu meseleye çalışmak için Bangladeş’ten başlayıp İtalya’ya kadar ölçeği geniş tutabilecek bir gazetecilik altyapısı, entelektüel birikim, dil bilgisi gerekiyor. Belli ülkelerdeki metinleri doğrudan okuyabilmek, bu ülkelerin siyasi ve kamu tasarrufu bilgisine sahip olmak durumundayız. Bu donanımlarımız eksik; insan malzemesi bakımından da, gazetecilik hamuru bakımından da eksiğiz. Bu yüzden küresel çapta bir gazeteciliği icra edemiyoruz.
Mesleğimizde bunu yapabilen tek kişi Uğur Mumcu’ydu. Fransızca biliyordu kendisi ve silah kaçakçılığı meselesini, Abdi İpekçi cinayetini, papa suikastini incelerken meseleyi Türkiye’den alıp Porsika Adası’na, sonra avrupadaki Çekoslavakya’ya, oradan Belçika’ya sonra başkaca Avrupa ülkelerine götürebilen, bu coğrafyayı gezebilen ve bunun üstüne kitap yazabilen ender gazetecilerden biri. Biz henüz o çapta bir gazetecilik profiline sahip değiliz.
Sırada bizi ne bekliyor? Arşiv çalışması yaptığınız bir kitap var mı?
Önümüzdeki yıl için Gezi Parkı’ndaki ölümler ve yaralanmalarla ilgili bir kitap hazırlığındayım. İnsanların “2013 Haziran’ı ve sonrasında ne oldu” diye bir zaman sonra dönüp bakacakları bir kitabın ellerinin altında bulunması gerektiğini düşünüyorum.
*Röportaj 10sayfa dergisi eylül sayısında yayınlanmıştır.