Televizyon kanalları 6 Şubat depremlerinin ardından bölgeye giden muhabirlerle saatler süren canlı yayınlar yaptı. TV sunucularının sahadaki muhabirlere yönelttiği soruların gazetecilik açısından doğru olup olmadığını 3 uzmanla konuştuk.
London School of Economics’in Medya ve İletişim Bölümü’nde konuk öğretim üyesi olan Prof. Dr. Yasemin Giritli İnceoğlu, Marmara Üniversitesi’nin Gazetecilik Bölümü’nden Prof. Dr. Barış Doster ve Hürriyet’te yaklaşık 10 yıl Okur Temsilciliği yaptıktan sonra “medya ombudsmanı” olarak sitesinde eleştirilerini yayımlayan deneyimli haberci Faruk Bildirici anlatıyor.
Kurtulanları yarıştırmak gazeteciliğin “insanilik” ilkesine uygun mu?
CNN Türk kanalında yayınlanan Tarafsız Bölge Deprem Özel programının depremin sekizinci gününde ekrana gelen bölümünde sunucu Ahmet Hakan, Kahramanmaraş’ta bulunan muhabir Fulya Öztürk ile canlı bağlantı sırasında şu soruları soruyor:
- Durum nedir Fulya? Hemen senden alalım bu bilgiyi. Eğer, eğer demeyeyim de umarım çıkarlar çünkü çıktıkları zaman 9 gün sonra çıkmış olacaklar. Yani bu büyük bir rekor. 92 Erzincan depreminde Nurcan hemşire 197 saat sonra çıkarılmıştı ve çok büyük bir rekor olarak algılanmıştı bu. Eğer şimdi bu bebek, anne, anneanne enkaz altından çıkarsa belki de o Nurcan hemşirenin rekorunu egale edecek etmiş olacaklar, inşallah çıkarlar. Nedir durum şimdi Maraş’ta?
Programın ilerleyen dakikalarında 10 yaşındaki Ayça adlı çocuğun 185. saatte kurtulduğunu belirten Hakan, “Şu an rekor Ayça’da mı?” sorusunu yöneltiyor.
Ahmet Hakan, depremin 3. günü ekrana gelen yayında da, Kahramanmaraş’ta enkaz altında bir kişinin kurtarılmasının ardından şu yorumu yapıyor: “Kahramanmaraş tamam, Ali tamam. Ali 27 yaşında, tamam. 75 yaşındaki Bekir Bey’i de istiyoruz Merve. Hadi onu da halledelim.” İlerleyen dakikalarda ise şu soruyu yöneltiyor: “Bekir Amca’nın son durumu nedir Merve? Eli kulağında diyebilir miyiz?”https://www.youtube.com/embed/qezIqgSPPuI?version=3&rel=1&showsearch=0&showinfo=1&iv_load_policy=1&fs=1&hl=tr-TR&autohide=2&wmode=transparent
Prof. Dr. Yasemin Giritli İnceoğlu, 6 Şubat sonrasında televizyonda yapılan deprem yayınlarının dramatik bir gösteriye dönüştüğünü söylüyor.
- Rekor kırma sporcunun bir başarı ölçütü olup spor müsabakasında gerçekleşir, eski rekoru aşıp yeni, üstün bir sonuç elde etmek anlamına gelir. Enkaz altında kalma sürecini rekor ile özdeşleştirmek son derece rahatsız edici. “Enkazda kalma rekoru” jargonu medyanın deprem terminolojisinde sıklıkla kullanılıyor. Göçük altında kalma süresini rekor kırma olarak adlandırma depremzedenin yaşadığı felaketi dramatize etmek, sansasyonelleştirmek ve kişiselleştirmektir.
- Aslında burada tam da Guy Debord’un ifadesi ile ‘Gösteri Toplumu’nun ana akım medyamızda ne denli baskın olduğuna ve sorumsuzca yayıncılık/yayımcılık yapıldığına tanıklık etmiş oluyoruz. Enkaz altında sağ kalmayı başarmak yalnızca kişinin şahsi başarısı değil, büyük ölçüde de şansıdır aynı zamanda. Gazeteci depremzedeyi mucizevi bir karakter olarak kahramanlaştıracağına onun uğradığı hak kaybına vurgu yapmalı… Adalet dili egemen olmalı.
Akademik kariyerinden önce, 1994 yılında gazeteciliğe başlayan ve 1996-2006 yılları arasında Cumhuriyet gazetesinde görev yapan Prof. Dr. Barış Doster bu ifadeler ve enkaz altından kurtulmayı rekor kelimesiyle ilişkilendirme üzerine şu değerlendirmeyi yapıyor:
- Bu ifadeler gazetecilikle, habercilikle bağdaşan ifadeler değil kesinlikle. Rekor, dilimizde başka yerlerde başka anlamlarda kullanılır. Tamam, acımız çok büyük; tamam, gazeteciler de insandır; tamam, canlı yayının heyecanı içinde dil sürçmesi olabilir, ama bu durumda rekor kelimesinin, hem de ardı ardına birkaç kez kullanılması yanlıştır.
Faruk Bildirici de gazetecinin içinde bulunduğu trajik ortama uygun davranması gerektiğini belirtiyor:
- Hele de insan yaşamının söz konusu olduğu bir ortamı rekorların heyecanla sunulduğu bir pist ile karıştırmamalı. Oysa hem stüdyodaki Ahmet Hakan, hem de deprem bölgesindeki gazeteci Fulya Öztürk o trajik ortama uygun davranmıyor; insanların enkaz altında kaldıkları süreyi yarıştırıyorlar. Heyecanlı ses tonları da haberci serinkanlılığına değil de pistlerdeki rekor anlatımlarına uygun. “Rekor,” “egale etmek” gibi sözcükleri telaffuz etmek insanların acılarıyla empati kurulamayan; insandan, acıdan soyutlanmış bir dil kullanmak anlamına geliyor. Nitekim Ahmet Hakan, “mucize” olarak tanımlamanın yanlışlığını kabul edip özür diledi.
Kaybet/kazan mantığının gazetecilikte yeri var mı?
Ahmet Hakan bir gün önceki yayında enkaz çalışmasında anlatılan kişinin kaybından şu şekilde bahsediyor: “Salavat getiren amcayı ben de merakla bekliyordum. Fakat maalesef kaybetmişiz, Allah rahmet eylesin diyelim. Ne diyelim yani yapacak bir şey yok. Bu arada Fulya, Hatay’da 5 kişilik bir aileden ses alınmış.”
Bu sözleri yorumlayan Bildirici, “stüdyodaki programcı olarak Ahmet Hakan’ın merakla bekliyor olması orada yaşanan olayın bir parçası, haberin bir unsuru değil” diyor ve ekliyor:
- Dahası “Ne diyelim, yapacak bir şey yok” demeye de hakkı yok. Çünkü gazeteci olarak görevi “yapacak bir şey olup olmadığını” araştırmak. O kişinin neden yaşamını yitirdiğini, gerekli tıbbi müdahalelerin yapılıp yapılmadığını, kurtarma faaliyetinde eksiklik ve yanlışlar olup olmadığını da sormalıydı. Kaldı ki, 185 saat geçmiş ve o süre içerisinde müdahale edilmemiş, kurtarma faaliyeti ancak sonuca ulaşabilmiş.
- Eksikliğe dikkat çekmek yerine ölümü normalleştirecek bir dil kullanması ekran başındakileri de umutsuzluğa sevk edecek bir üslup. Onlarca, yüzlerce binada kurtarma faaliyeti sürdürülürken bütün süreci kurtuldu/kurtulmadı ya da mucize oldu/olmadı ikilemine dönüştürüyor. ‘Mucizeler’e saatlerce kamera doğrultup, “ölümleri” birer cümleyle geçiştirmek ne doğru bir gazetecilik yaklaşımı ne de insani bir bakış.
Doster, “Canlı yayın sırasında enkaz altında bir kayıp olduğu öğrenildiğinde yapılacak tek şey rahmet dilemektir” diyor.
İnceoğlu ise orada yaşananlara saygı duyduğunu belirten bir dilin yayında kullanılması gerektiğini vurgulayarak şu ifadeleri kullanıyor:
- Acının pornografisi kadar sevincin de pornografisi yapılmamalı, deprem sonucu binaların çökmesi bunca insanın ölmesi veya göçük alanında yaşam savaşı vermesi bir kader değil! İyi gazetecilik buradan kurtulanlar için sevinç gösterisi yapmak değil, neden bu binalar yıkıldı, kimler sorumlu bunu ortaya çıkarmaktır. Ayrıca göçükten çıkarılan ve sayıları çok az olan insanların aksine yakınları enkazda olanlar için bu tür yayıncılık son derece empatiden yoksun bir habercilik bu. “Ölümcül,” “harap,” “korkunç” gibi sıfatlardan kaçınılmalı; gereksiz, abartıcı veya manipülatif grafiklere ve fotoğraflara yer verilmemeli. Panik yaratma dilde ve resimlerde kaygıyı artırabilir; Kaybet/kazan gazeteciliği sorumsuz gazeteciliktir.
Haberde hikâyeleştirme nereye kadar?
Ahmet Hakan yayını esnasında muhabir Fulya Kalfa’nın enkaz altındaki Ayça’nın kurtarılma videosunun geldiğini söylemesi üzerine “Hadi hemen telefondan göstersene. Telefondan gösterir misin? Sonra tekrar görüntüye alırız, yaklaşsın kameraman arkadaşımız, sesi de açın lütfen. Ayça böyle kurtuldu” diyor. Aynı sunucu programın bir başka bölümünde şu ifadeleri kullanıyor:
- Bir şey söyleyeceğim sadece, ya az önce sen şey dedin, onu gördük şeyde, ekranda da, çok yani tüylerimiz diken diken oldu, bir saatte 8 mucize kurtuluş birden CNN Türk ekranına yansıdı. Hatta bir tanesi Maraş’ta Kahramanmaraş’ta CNN Türk canlı yayındayken bir çocuğun kurtulma anının görüntüleri var. Sen sunuyorsun, bir onu izleyebilir miyiz, yani hep bütün Türkiye’yi sevindiren o görüntüleri bir izleyebilir miyiz?
CNN Türk’ün Son Dakika programında ise sunuculardan biri Uğur Önver’di. Depremin dördüncü günü muhabir Mustafa Berber ile yaptığı bağlantıda Önver heyecanla şunları söylüyor:
- Mustafa şunu söylememiz lazım, gerçekten nokta atışı yapmışlar, bu bir, yani bu bu öyle, ben söylüyorum ama inanılmaz bir şey yani, nokta atışı yapmışlar. İkincisi de anne hem konuşuyor hem de bak 15 saat önce ilk temas kurulmuş düşünebiliyor musun? Mustafa lütfen onları da, bize o detayları da paylaş, 15 saat boyunca hem yetkililerle konuşuyorsun ara ara, hem de orada kıpırdamadan beklemek zorundasın iki yavrunla birlikte.
Habertürk kanalında 9 Şubat’ta yayımlanan Açık ve Net Deprem Özel programında sunucu Kübra Par ise canlı yayındaki kurtulma sürecini şöyle anlatıyor:
- Malatya’dan canlı olarak ekranlarınızsa getiriyoruz. Reji ekibimiz evet bilgiler geliyor. Malatya’nın Yeşilyurt ilçesinden bu görüntüler sevgili izleyiciler. Malatya’nın Yeşilyurt ilçesinde şu anda canlı yayında bir vatandaşımız kurtarıldı. Ekiplerin hâlâ orada olmasından anlıyoruz ki ulaştıkları bir vatandaşımız daha var canlı olarak ekranlarınıza geliyor şu an görüntüler.
Yasemin İnceoğlu bu yayınları şöyle değerlendiriyor:
- Öncelikle insanların kendi hikâyelerini kendi yöntemleriyle anlatmalarına izin vermek gerekir. Bunun için de bir konuşma ortamının gelişebileceği bir alan yaratılmalı, bunu yaparken kurbanlara onlara neler çektiklerini anladığınızı söylemek son derece anlamsız. En önemli şey dinlemek. “Nasıl hissediyorsun” sorusunu şokta olan birine sormak, kesinlikle yanlış bir şey. Bilgiçlik yapıp susmadan konuşmak, yapılacak en yanlış şeydir zira depremzedeyi iyice pasifize edersiniz, önemli olan habercinin değil depremzedenin konuşmasıdır.
- Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumlulukları Bildirgesi’nin “Sarsıcı Durumlar” başlığı altında şu ifadelerin altı çiziliyor: “Üzüntü, sıkıntı, tehlike, yıkım, felaket ya da şok halindeki insanlar söz konusu olduğunda gazetecinin olaya yaklaşımı ve araştırması insani olmalı ve gizliliklere uyularak duygu sömürüsünden kaçınılmalıdır.
Faruk Bildirici de böylesine büyük bir ulusal travma yaşanırken bir görüntüyü “önce biz verdik” diye böbürlenmenin yersiz bir davranış olduğuna, reyting-tiraj kaygıları gibi mesleki yarış heveslerini bir yana bırakmak gerektiğine dikkat çekerek şu ifadeleri de kullanıyor:
- Böylesine bir felaket sonrasında insanların kurtarılması gerçekten sevindirici. Buna kuşku yok. Bir insan daha kurtulduğu için sevinmek ve umut vermek tamam. Ama onbinlerce insanın yaşamını yitirdiğini bir o kadarının da yaralandığını düşünürsek, birkaç kişinin kurtarılması çok küçük kalır. Böylesi kurtarma olayına, hem de uzun dakikalar, hatta saatler boyu odaklanmak felaketin asıl boyutunun üzerini örtme riski de taşır. O nedenle bu kurtarma anlarına odaklanmak yerine, depremin bu kadar büyük yıkıma yol açmasının nedenlerine, arama-kurtarma operasyonlarındaki eksiklere-yetersizliklere odaklanmak gerekir.
Barış Doster ise kurtulma anlarıyla ekran arasında kurulan bu yakın ilişki ve kurtulma süreçlerine dair detaylandırmalarla hikâyeleştirmeyi şöyle yorumluyor:
- Yurttaşlarımız enkaz altından sağ kurtarıldığında, hemen onların yanına sokulmak, sedyeyle taşınan bir yaralı yurttaşa mikrofon uzatmak, düşünce ve duygularını sormak yanlıştır. Şüphesiz haberde ayrıntı, görsel malzeme çok önemlidir fakat abartılı bir hikâyeleştirme, habercilikle bağdaşmaz.
Haber mi siyasi propaganda mı?
Ahmet Hakan enkaz çalışmasını takip etmeye odaklanan iki yayında da enkaz faaliyetleriyle ilgili olarak “hummalı çalışma, hassas çalışma” gibi ifadeler kullanıyor:
- Yani biz konuşurken böyle daha büyük bir hummalı çalışmaya dönüşmüş gibi, umut artmış gibi bir izlenim alıyorum. Sende de var mı o izlenim Arda?
- Orada çok kapsamlı bir çalışmaya dönüştü.
- Fulya ne oluyor orada yoğun bir çalışma vardı ama daha da yoğunlaştı.
- Yani o bir hassas bir şey galiba değil mi? Hassas bir çalışma yürütülüyor anladığım kadarıyla…
Doster, “hummalı çalışma olması gerekendir, bunu abartılı bir şekilde izleyiciye yansıtmak, bu ifadeyi sıkça yinelemek, gereksiz bir propaganda faaliyetidir” diyor: “Deprem özel yayını boyunca tamamen enkaz çalışmasına odaklanılması, arada uzman görüşlerine yer verilmesi, stüdyoya dönülmesi ise kaçınılmazdır.”
İnceoğlu da program süresince “hummalı çalışma yapılıyor” veya “bölgeye hiç yardım gelmedi” gibi iki zıt vurgunun tekrarlanarak yapılmasını doğru bulmadığını belirterek söylemin nesnel olması gerektiğinin altını çiziyor:
- Biri gereksiz umuda, öbürü de umutsuzluğa sürükleme riski taşıyor. Kaldı ki, depremin üçüncü gününe kadar bölgehalkının “Kameraların gelmesiyle çalışmalar, yeni başladı,” “AFAD yeni geldi,” “Beni vatandaşlar kurtardı” gibi açıklamaları sıklıkla dillendirildi. Halkın bu açıklamaları üzerine sanki aksi bir görünüm var veya yöre halkından daha iyi biliyoruz, aslında durum öyle değil gibi bir algı yaratılmamalı. Burada yapılması gereken halkın söylediklerini aktarma veya sorulması gereken soruların takipçisi olmaktır. Bu görevi yerine getirmemek yalnız kamunun doğru bilgiye erişimini güçleştirmez, bilgi yayma özgürlüğü ve sorumluluğunu da ihlal etme riski taşır.
Bildirici ise habercilerin görevinin enkazdaki bir insanın kurtarma çalışmasını da aktarmak olduğunu, ama yayının tamamen buna odaklanmasının yanlışlığını şöyle yorumluyor:
- Üstelik de bir kamera, bütün arama kurtarma faaliyetini yansıtmıyor. Binlerce binanın yıkıldığı bir deprem ortamından söz ediyoruz. Bir bina başında saatlerce bekler, orayı ekrandan yansıtırken arama kurtarma faaliyeti yürütülmeyen diğer binalardaki durumu gözden kaçırıyor olabiliriz. Bir deprem özel programının felaketin bütün boyutlarını aktarması şart. Bunu yapmak yerine program boyunca sadece bir kurtarma çabasını yansıtmak ve sorunları, eksikleri, yanlışları, yetersizlikleri görmemek, göstermek sonucunu doğurur. Gazetecinin görevi, tek boyutlu fotoğraf göstermek olamaz.
Nesnellik korunabildi mi?
Ahmet Hakan muhabirin yanına gelen kişinin enkaz altında eşi olduğunu söylemesi sonrasında yayında şöyle diyor:
- Bu arkadaş enkaz altındaki eşiyle konuşabilmiş mi, yoksa orada canlı olduğu mu tespit edilmiş? Beraber gidebilir misiniz olay yerine? Oradaki çalışmaları aksatmayacaksa tabii…
Benzer şekilde başka bir muhabiri de “Bi’ o seslerin dinlendiği, sesimi duyan var mı denilen yere kameraman arkadaşımız yaklaşabilir mi? Bravo, yaklaşıyor şu anda, yani o çalışmayı bir görebilir miyiz orada” diyerek onu da kurtarma görevlilerinin çalışma sahasına yönlendiriyor.
Hakan yayın içerisinde “Buradan güzel bir haber gelecek öyle anlaşılıyor, oradan bir şey gelecek gibi, inşallah yani, benim bir umut doğdu, bir hissiyat belki bu, sen de öyle mi hissediyorsun? Yani en son göster diye kameraman Halil… Ya bir mucize çıkacak oradan galiba” gibi sözler de sarf ediyor.https://www.youtube.com/embed/Ta040MC8Az0?version=3&rel=1&showsearch=0&showinfo=1&iv_load_policy=1&fs=1&hl=tr-TR&autohide=2&wmode=transparent
Bildirici, sunucunun “oradaki çalışmaları aksatmayacaksa” uyarısında bulunmasını olumlu olarak değerlendiriyor ve ekliyor
- Ama stüdyodaki bir kişi olarak Ahmet Hakan’ın duygularını aktarması öznellik yaratıyor, habercinin aktarımını sahadaki gerçeklerden koparıyor. Hem muhabirin hem de stüdyodaki sunucunun gerçeğe bağlı kalmaması; bilgi almadan konuşması, duygularına dayanarak gereksiz umutlar vermesi yanlış.
Doster de kurtarma çalışmaları sırasında enkazın bu kadar yakınına muhabir ve kameramanın girmesini, arama kurtarma ekiplerinin işini aksatacağından zaten kategorik olarak yanlış buluyor: “Öznel ifadeler kullanmak, canlı yayın akışında karşılaşılan bir durumdur elbette, hele de böyle acı bir dönemde. Fakat bunu abartmamak, tekrarlamamak gerekir.”
İnceoğlu da öznel yorumları doğru bulmadığını ifade ediyor: “Mucize çocuk, kahraman itfaiyeci veya AFAD görevlisi gibi sözcüklerin kullanımı hikâyeleştirme ve yoğun dramatizasyona dayalı yayıncılık pratikleri, münferit hikâyelere gereksiz odaklanmanın yanı sıra haberi bağlamdan kopararak vermeye de örnek oluşturmakta.”
Etik gazetecilik yapıldı mı?
Kübra Par, Nagehan Alçı ve Faruk Aksoylu Habertürk yayında ise muhabir Mehmet Akif Ersoy ve Zülfikar Ali Aydın’a şu sorular yöneltiliyor:
- Ses geliyor mu enkazlardan? Hâlâ enkaz altından vatandaşlarımızın yardım çığlıklarını duyabiliyor musun? Sesler geliyor, bizi kurtaracak kimse yok mu seslerini kendin duyduğunu söyledin, o sesler geliyor mu, hâlâ devam ediyor mu?
Doster, program sürecinde sürekli tekrarlanan bu soruları izleyicinin dikkatini uyanık tutmaya yönelik olsa da yanlış buluyor. “Çünkü stüdyodan gelen bu soru, bu merak, bu talep, sahadaki muhabiri de enkaza çok fazla yaklaştırıyor ve bu durum arama kurtarma çalışmalarını zorlaştırabiliyor.”
İnceoğlu da bu tekrarları sakıncalı buluyor:
- Sürekli yardım çığlıklarına vurgu yapmak, ailelerin bu durumdan nasıl etkilendiklerini düşünmeden yapılan kötü bir habercilik örneği. İlla felaketin görünen yüzüne değil, aynı zamanda görünmez etkilerine de odaklanılmalı, ailelerin psikolojik durumlarına zarar verecek yayın yapılmamalı. Yapılan haberlerin sonuçları üzerine düşünülmeli; gereksiz panik, umut veya umutsuzluk oluşturuyor muyum sorusunun yanıtını vererek haberini yapmalı gazeteci.
Bildirici ise bu tekrarların doğru olduğunu düşünüyor:
- Çünkü kurtarma operasyonlarındaki bir eksikliğe dikkat çekiyor. Bu sorunun sürekli tekrarlanması, kurtarma faaliyetinin yoğunlaşmasını sağlayabilir. Nitekim bu felaket sırasında birçok gazetecinin hem sosyal medyadan hem de haber ve söyleşilerinde “enkazdan ses geldiğini” söylemeleri kurtarma organizasyonlarının hızlanmasına katkıda bulundu. Bir de iki gün boyunca enkazdan ses geldiği, kurtarma çalışması yapılamadan ikinci günden itibaren bu seslerin azaldığını aktarmak da arama-kurtarma çalışmalarındaki yetersizliği yansıtması bakımından önemli.
Enkaz altındaki bir kişiyle görevlilerin yaptığı konuşmanın görüntüsünün verilmesi sonrası Ahmet Hakan, “Müthiş bir görüntü bu ya, gerçekten bir daha başa alıp bir daha dinlemek istiyorum” diyor. Bir vatandaş enkazdan kurtarılınca Hakan sahadaki muhabire, “Hoşgeldin Bekir Amca de hadi. Merve, bağır duysun seni” diye sesleniyor. Programdaki diğer sunucu Fulya Kalfa ise “Tüm Türkiye çıkmanı bekliyordu Bekir Amca, söyle Mervecim” diyerek muhabirin enkazdan çıkarılan kişiye bağırarak seslenmesini sağlıyor.
Farklı kanallarda sayısız örneklerini gördüğümüz bu durumlar için şu örneği paylaşıyor Yasemin İnceoğlu:
- Hayretler içerisinde benim de izlediğim bir muhabirin “Şimdi tuğlaya mikrofon uzatacağım” deyip depremzedeye “Ercan Bey beni duyuyor musunuz? Geldi mi ses? Kaç kişisiniz” diye bağırması, sanki depremzedeyi kendi saptamış havasında, sevinç içinde, şov yapar gibi bir yayın yapması idi. Son derece toy, vahim ve acıklı bir tabloyu sulandıran; saygısız, sorumsuz hatta şahsen beni izlerken utandıran bir manzara idi.
Bildirici enkaz altındaki kişilerin görüntülerini ve kurtarma görevlileriyle konuşmalarını yayımlamanın mümkün olduğunu, bu görüntülerin de oradaki kurtarma çalışmasının bir parçası olduğunu söylüyor. Ancak bu görüntülerin diital ayak izi oluşturması ve kurtarılan kişilere ömür boyu travma yaratacağı noktasında uyarıyor: “O nedenle kurtarma ânı görüntülerini uzak çekimlerle aktarmak; insanların, özellikle de çocukların yüzlerini göstermeden yayımlamak daha doğru olur.”
Sunucuların muhabirden enkaz altındaki kişiye seslemesini istemelerini ise şu şekilde değerlendiriyor Bildirici:
- Böylesine trajik bir olayın gerçekliğinden ne kadar kopuk olunduğunu, bir canın kurtarma çalışmasını şova dönüştürmek istenildiğini gösterir. Habercilik gösteri ile bağdaşmadığı gibi bu kadar büyük bir trajedi yaşanırken şov yapabilmek habercilik adına üzücü. Üstelik de kurtarılan kişinin enerjisini boş yere harcamaması, sağlığıyla ilgili risklerin henüz bilinmediği bir anda yapmak, yapabilmek vahim.”
Doster de iki durumu da etik dışı ve yanlış buluyor.
Benzer şekilde deprem bölgesindeki birçok muhabirin çocuklarla konuştuğu yayınlara şahit olduk. Örneğin Show TV ekranlarında yayınlanan Ebru ve Murat ile Bu Sabah programının 10 Şubat tarihli bölümünde sunucu Ebru Akel çevresinde çocukların durduğu muhabire “Çocukların bir seslerini duyabilir miyiz” diyor.https://www.youtube.com/embed/2W_yu5MRvq0?version=3&rel=1&showsearch=0&showinfo=1&iv_load_policy=1&fs=1&hl=tr-TR&autohide=2&wmode=transparent
Doster bir travma yaşamış bu çocukların ekrana çıkarılması, sorular sorulması için “Kesinlikle yanlış” ifadesini kullanıyor.
İnceoğlu özellikle çocuk depremzedelerin ‘poster çocuklar’a çevrilmemeleri gerektiğinin altını çiziyor ve uyarıyor:
- Zira bu davranış, çocukların kendi durumlarını algılamada zorlanmalarına neden olabilir. Ayrıca çocuklar iyi görünseler bile iyi olmaları olanaksızdır, kendilerine soru sorulmasına değil, rahatlamaya ihtiyaçları vardır. Görüntü yayımlamak dramatik ve incitici olabilir, aynı zamanda kurban için yaralayıcı ve utandırıcı olabilir.
Bildirici de özellikle çocuk ve bebek görüntülerinin yayımlanmasının büyük bir yanlış olduğunun altını çiziyor:
- Hem onların mahremiyetini ve güvenliklerini tehlikeye atar; hem de travmanın ömürleri boyunca sürmesine neden olur. O nedenle mümkün olduğunca uzak görüntülerle, yüzlerini göstermeden yayımlamak doğru olur. Ama maalesef gerek görüntülü medyada gerekse basılı medyada bu konuya özen gösterilmiyor. Hele de minik bir bebeğin fotoğrafı “poster bebek” olarak her gün gözümüzün içine sokuluyor. Yarın öbürgün bu “sevimli” ama her gördüğümüzde içimizde üzüntü yaratan bebeğin fotoğrafını bağlamından koparılmış olarak başka yerlerde görebiliriz. Buna hakkımız yok.
Sunucular muhabirlere doğru soruları sordu mu?
CNN Türk’te yayınlanan Gece Görüşü programında Hande Fırat muhabirin konuşmasını şöyle bölüyor: “Dur bir dakika dur Fulya, çok merak ediyorum, sadece sen değil bir sürü gazeteci var ama sen mesela çantanda neler taşıyorsun, kameraman arkadaşının çantasında neler var?”
Doster, canlı yayınlarda ses birkaç saniye gecikmeli olarak karşı tarafa ulaştığından, “Dur bir dakika dur” gibi araya girişleri kaçınılmaz buluyor. “O nedenle muhabire müdahale etmek, sözünü kesmek, sık karşılaşılan bir durumdur. Kolay kolay önüne geçilebilecek bir durum değildir bu” diyor.
Bu konuda Faruk Bildirici, “Felaket ortamında gazeteciliğin serinkanlı, gösteriye dönüştürmeden yapılması kadar habercinin bulunduğu ortamın da unutulmaması gerek” diyor. Haberleşmede sıkıntı varken, bu kadar zorlu koşullarda habercinin anlatımına öncelik vermek ve aktarımını yerli yersiz kesmemek gerektiğini belirtiyor. “Kaldı ki, bu örnekte habercinin çantasında ne olduğu önemli değil, hatta izleyicinin hiç de bilmesi gereken bir unsur değil. Habercinin donanımıyla yayın dışında ilgilenmek ve yardımcı olmak gerekir, yayın esnasında değil.”
“Deprem haberciliğinde bilgi kaynaklarına ulaşmak kadar haber aktörlerini seçip onlara doğru sorular sorarak kamuoyunu aydınlatmak muhabirin asli görevi” diyor İnceoğlu ve ekliyor:
- Alandaki muhabire orada tanıklık ettiklerini anlatması için fırsat vermeli sunucular, ama genelde aksi yapılıyor ve stüdyodan muhabiri yönlendirmeye çalışarak, bunu da dramatik etkiyi arttıracak şekilde çaresiz, yardıma muhtaç, gözü yaşlı insanlar, çökmüş, binalar, mucizevi kurtuluş hikâyelerine odaklanarak, duygusal zemine ağırlık vererek yapıyorlar. Halbuki yöre halkının ve depremzedenin sesi olmaları gerekiyor.
Sunucuların muhabirleri övmesi doğru mu?
Halk TV’de 15 Şubat’ta yayımlanan Yeni Bir Sabah programında sunucu İsmail Küçükkaya, deprem bölgesindeki muhabir İrfan Aktan’a şunları söylüyor: “Lakin sen bence bu depremin sembol habercilerinden birisi oldun, ne kadar cansiperane çalıştığın ve fedakârca, hem de hissederek anlattığın da ortada.”https://www.youtube.com/embed/9wOn-Gsyjq0?version=3&rel=1&showsearch=0&showinfo=1&iv_load_policy=1&fs=1&hl=tr-TR&autohide=2&wmode=transparent
CNN Türk’ten Fulya Kalfa da yayında muhabir Fulya Öztürk’e şunları söylüyor:
- Bu arada ben söylemek istiyorum siz sahadaki arkadaşlarımızın vermiş olduğu emek müthiş. Fulya ben yani özellikle bunu söylemek istiyorum hakikaten. Uykusuz, saatlerdir ilk saatlerden itibaren hem sen hem kameraman arkadaşlarımız oradasınız ve hakikaten hiç uyumadan bize son dakika bilgilerini aktarıyorsunuz. Ben buradan da bir kez daha teşekkür etmek istiyorum.
Show TV ekranlarında yayınlanan Ebru ve Murat ile Bu Sabah programında Ebru Akel “Muhabirlerimiz şu an Maraş’ta. Günlerdir uykusuz, günlerdir o soğukta o psikolojiyle baş etmeye çalışıyorlar. Yardımcı olmaya çalışıyorlar” diyerek bağlantıyı başlatıyor.
ATV’de yayınlanan Deprem Özel programında sunucu Esra Erol ise muhabiri Caner ile şu konuşmayı yapıyor:
- İlk günden beri de sahadasınız, deprem bölgesindesiniz, tüm gelişmeleri aktarıyorsunuz. Tabii ki siz orada yaşadıklarınızı, gördüklerinizi, ihtiyaçları sıralıyorsunuz ama tüm medyada görev alan muhabirlerin, kameramanların, ulaştırmanızı sağlayan kişilerin biliyorum ki bugün 8. gün ve 8 günde kendiniz adına hiçbir şey yapamadınız. Nerede uydunuz, ne yediniz, ne içtiniz? O bölgedeki o enkazı, o kıyameti sizler de yaşadınız. Hepinize çok teşekkür ediyorum. Çünkü sizler olmasaydınız biz tek bir haber alamazdık. Sizler aktarmasaydınız hiçbir şeyi duyamazdık. Sizler olmasaydınız, ihtiyaçları belirtmeseydiniz belki de biz böyle örgütlenip oraya bu yardımları ulaştıramazdık. Hepinize sımsıkı sarılıyoruz. İyi olun, güçlü olun ve aktarmaya devam edin. Biz burada sizin için elimizden gelen her şeyi yapmaya hazırız.
İnceoğlu, muhabirlerin aktarımları ve kişisel duygu/düşüncelerini yansıtma davranışları konusunu şöyle yorumluyor:
- Sunucunun görevi muhabiri motive etmek ve moral vermek değildir. Muhabir alandan bildirir, sunucu ona sorulması gereken soruları sormalı, izleyici zaten muhabirin ne şartlar altında çalıştığını bilir, muhabir görevini icra eder, uykusuz kalması kaçınılmazdır, kaldı ki uykusuz kaldığı için herhangi bir teşekkür filan da beklemez.
Doster’in yorumu şöyle: “Gazeteci, işini yapıyor. Bu iş, bazen çok zor şartlarda yapılır, onun takdir edilmesi, şüphesiz şevkini, azmini artırır, mutlu eder, onore eder. Fakat bunun abartılmaması gerekir. Dahası, bu övücü sözleri, takdir dolu sözleri, sunucu tarafından çok sık tekrarlanırsa, izleyicinin de tepkisini çeker.”
“Kuşkusuz sahadaki gazetecilere moral verecek konuşmalar yapmakta yarar var. Çünkü çok zorlu koşullarda görev yapıyorlar” diyen Bildirici de gazetecilere desteğin sözde kalmamasının, onları uzun olmayan sürelerde değiştirmenin de şart olduğunun altını çizerek “Çünkü gazeteci sadece fiziksel bir yorgunluk değil, kaldıramayacağı kadar ağır bir duygu yükü ile karşı karşıya” diyor.
Gazetecilik mesleğinin gereği mi, yoksa fedakârlık mı?
İsmail Küçükkaya “Ferit [Demir] şimdi tabii bütün arkadaşlarımın habercilerin fedakarca görev yaptıklarını görüyorum. Lakin sen bence bu depremin sembol habercilerinden birisi oldun. Ne kadar cansiperane çalıştığın ve fedakarca, hem de hissederek anlattığın da ortada” diye selamladığı muhabire, “Seni nasıl bir anne yetiştirmiş, onun ellerinden öpüyorum… sen sürekli Malatya’da işbaşındasın, uykusuz aç biilaç, taa Adıyaman’daki ve başka illerdeki durumları anlatıyorsun” diyor.https://www.youtube.com/embed/hiySQWTcqAQ?version=3&rel=1&showsearch=0&showinfo=1&iv_load_policy=1&fs=1&hl=tr-TR&autohide=2&wmode=transparent
“Mümkün mertebe objektif yayın yapmalı muhabir. Kimse muhabirin duygu ve düşüncelerini merak etmiyor, öyle bir görevi de yok, aksine görev tanımını aşan bir şey. Orada muhabir aktarıcı, haber aktörü değil. Travma yaşayan veya yasını tutan birine neyi nasıl soracağını bilen bir başka deyişle bu konuda eğitim almış muhabir ile mümkündür” diye yorumluyor bu sahneyi İnceoğlu. Medyanın haberlerinde doğru ve yerinde sorulara ve eleştirilere ne kadar ve nasıl yer verdiğinin önemli olduğunu da belirtip hatırlatıyor:
- Sahaya inen gazeteci mikrofonu depremzedelere ve orada çalışanlara tutmalı. Bir kanal muhabirinin gereken yardımı alamadıklarını söyleyen depremzedenin konuşmasını geçiştirmek istemesi, sesini duyurmaya çalışan vatandaşın sesini kısmaya çalıştığına dair haklı bir algı yaratılmasına neden oluyor.
Bildirici de muhabirlerin görevinin öncelikle gerçeğe sadık kalmaları ve gerçeği aktarmaları olduğunu belirtiyor ve ekliyor:
- Ama duygu ve düşüncelerini de aktarabilirler. Burada denge ve kullandıkları yer önemli. Duygu ve düşüncelerini ilgili ilgisiz biçimde öne çıkarmadan, yaşananları gölgelemeden aksatmaları doğru olur. Sadece duygu ve düşünceler değil, bir gazetecinin görevliler tarafından engellenmesi, ona yönelik saldırı söz konusu ise bu da haberdir. Ama dediğim gibi, çok da öne çıkarmadan, olayın asli unsuru hâline göstermeden yayımlamak gerekir.
Doster, deprem bölgesindeki muhabirlerin duygu ve düşüncelerini yansıtma konusunda nasıl davranmaları gerektiğine ilişkin şunları söylüyor:
- Gazeteci %100 nesnel, yansız, objektif olamaz. Olmamalıdır da. Olması olanaksızdır, çünkü insandır. Dahası gazetecilik ideolojik bir meslektir, sorulan soru da elbette ideolojiktir. Kullanılan terminoloji de ideolojiktir, haber dili de ideolojiktir. Fakat bu nesnel durum, bu gerçeklik, gazetecinin yine de olabildiğince mesleğin temel etik ve evrensel kodlarına uygun biçimde, mümkün olduğu kadar objektif davranması gerektiği gerçeğini, temel ilkesini değiştirmez. Duygu ve düşüncelerini aktarım söz koşunu olduğunda da bu durum değişmez. En yansız, en tarafsız, en nesnel, en objektif yapılan, sunulan, yazılan haberde bile o veya bu ölçüde, ama mutlaka gazetecinin, yayın kurumunun, medya organının ideolojik tercihleri mutlaka habere, metne, konuşmaya, söze, kullanılan kavramlara yansır.
Gazetecinin mesleği faaliyeti bağlamında “kadın” vurgusu yerinde mi?
Esra Erol, deprem bölgesindeki muhabire düşüncelerini şu sözlerle sorarken programda “deprem bölgesinde kadın olmak” yazılı alt bant duruyor:
- Özlem ilk günden beri her alanda her süreçte oradaydın. Öncelikle bir kadınsın. Kadın olarak hem daha farklı duygusal, farklı bir gözle olaya yaklaşıyorsun. Hem bir tarafta çok iyi de bir habercisin. Tüm bu sürece tanıklık edip milyonlarla paylaşıyorsun. Senin yaşadıklarını çok merak ediyorum, hislerini çok merak ediyorum.
Doster cinsiyet özelindeki soruya ilişkin şöyle düşünüyor: “İnsanların hassasiyetleri, cinsiyetlerine göre değişmemeli. Fakat son yıllarda öne çıkan kimlik politikalarına koşut olarak habercilikten tutunuz uluslararası ilişkiler kuramlarına kadar kadın kimliğini, bunun da ötesinde feminizmi öne çıkaran bir anlayış var.”
Bu bağlamda kadın-erkek ayrımını son derece gereksiz bulan ve oradaki kişinin muhabirlik mesleğini icra ettiğini belirten İnceoğlu da ifadeleri şöyle değerlendiriyor:
- Kadın daha duygusal veya empatisi daha fazla gibi cinsiyetçi yaklaşımlar toplumsal cinsiyet eşitsizliğini vurgulamaktan öteye gidemez. “Öncelikle bir kadınsın, bir tarafta da çok iyi bir habercisin,” “çok iyi bir iş kadınısın ve iyi de bir annesin” söylemi kadar rahatsız edici. “Hem erkeksin, son derece rasyonelsin, hem de iyi bir gazetecisin” diyor muyuz? Olması gereken, son derece normal bir şeyi sıradışılaştırma çabaları itici ve amacını aşıyor.
Bildirici bölgedeki tüm insanlar için sorunların yaşandığını ve yaşamın çok zor olduğunu ama her cinsiyetin, her grubun farklı sorunları olabileceğini hatırlatıyor ve bunları da yansıtmak gerektiğini anlatıyor:
- O nedenle kadınların sorunlarını da —belirli bir dengeyi gözetmek kaydıyla— yayımlamak gerekir. Fakat burada önemli olan gazetecinin kadın olarak yaşadıkları değil, depremzede kadınların sorunları, yaşadıkları. Gazetecinin kadın ya da erkek olarak yaşadıkları sorunlar, mesleki deneyimleri başka özel programlarda konuşulabilir, tartışılabilir.
Gazetecinin halka “çağrı” yapması doğru mu?
Esra Erol, “İhtiyaçlarına erişilebiliyor olması lazım. Yani bulundukları bölgede hijyen ürünlerinin var oluyor ya da bölgeye ulaşmış olması lazım, bölgeye ulaşmadıysa o zaman yayınımız aracılığıyla aslında bu çağrıyı da yapabiliriz. Aslında bu çağrıyı sen yapabilirsin” diyerek muhabire söz veriyor.
Çağrının muhabire bırakılması ile ilgili olarak Bildirici şu değerlendirmeyi yapıyor:
- Tabii ki, muhabirin asli görevi haberdir. Kamu yararı da muhabirin haber yapmasındadır. Bir felaket ortamında insanlara yardımcı olmak ve eksikliklere dikkat çekmek de doğrudur. Ancak her zaman olduğu gibi felaket ortamında bir hijyen ürününün bulunamıyor olması, bir ihtiyacın dile getirilmesi öncelikle programcının değil, habercinin yapabileceği bir iştir. Çünkü her zaman olduğu gibi o ürüne ihtiyaç olup olmadığı da kontrol edilmeli, bilginin doğruluğu teyit edildikten sonra haber haline getirilmeli, ekrandan dile getirilmelidir. Aksi hâlde yine yanlış bilgi verme olasılığı vardır. O nedenle sunucu dikkat çekebilir ama asıl olarak haberci konuyu aktarabilir.
“Deprem bölgesindeki yurttaşlarımızın ihtiyaçlarının çokluğu, çeşitliliği ve bu süreçte hızın önemi dikkate alındığında, muhabirlerin ve/veya sunucuların ihtiyaç listelerini sıralamasında bir sakınca yok bence” diyen Doster de,”Muhabire sorulan soru ise öncelikle bilgi edinmeye, haber almaya yönelik olmalı elbette. Fakat kamu yararına yönelik bir adıma önayak olma, zemin hazırlama niyeti de varsa, bu aşamada buna karşı çıkmak doğru değil” diye ekliyor.
Bu noktada İnceoğlu medyanın rolünü ve iletişim sürecini şöyle açıklıyor:
- Medya bilindiği üzere, yalnız kamuoyunu bilgilendirmek değil, aynı zamanda depremle ilgili bilgileri belgeleyebileceği ve paylaşabileceği, kamu görevlilerinin ve uzmanların da daha geniş kesimlerle iletişim kurabileceği ve afet risklerini azaltmak için bilgi sağlayabileceği önemli bir kanal. Bilindiği üzere risk iletişimi kamuoyuyla olabildiğince kesintisiz bir iletişimin mümkün kılınması için sürecin aktörlerinin etkileşimini gerekli kılan çok disiplinli bir alan. Bu alanda afet yönetimi, sağlık iletişimi ve medya risk iletişimi ana disiplinleri oluşturuyor.
- Ancak bu alanlar koordineli olarak ve dayanışmayla, ortak bir çıkar için hizmet ettiğinden sınırlarını aşmama konusunda dikkatli olmalılar. Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok. TGC’nin Gazetecinin Hak ve Sorumlulukları Bildirgesi başta olmak üzere tüm dünyada evrensel kodlar var bu alanda. Bu işe soyunmuş olan gazetecinin de bunlardan bihaber olması imkânsız. Bu dönem farklılıkları ve hatta karmaşıklığı da göz ardı etmeden sergileme, bu durumu anlama çabası içinde olma, dengeyi her iki tarafın algı ve öykülerine yer vererek yaratıcı çözümler arama, lider odaklı değil insan odaklı habercilik yapma ve en önemlisi barış dilini kullanmayı öne çıkaran, barış gazeteciliğinin yapılması gereken zaman.
Afet bölgesinde gazetecilerin güvenliği sağlandı mı?
Bazı yayınlarda muhabirler canlı bağlantıdayken artçı depremler yaşadılar. Halk TV’de ekrana gelen Konuşmazsak Olmaz’ın 20 Şubat tarihli yayınında program sunucularından İsmail Saymaz, muhabir Sorel Dağıstanlı’ya Hatay’da yaşananları sorarken sıklıkla şunları tekrarlıyordu:
- Şu an güvende bir yerde misin? Güvenliğini sağla lütfen, ardından senden haber bekliyoruz. Geçmiş olsun.
Doster, stüdyodaki gazetecilerin bu durumda sahadaki muhabire yönelik yaklaşımının örnek gösterileceğini söylüyor.
Aynı fikirde olan Bildirici şu açıklamayı yapıyor:
- Her felaket ortamında olduğu gibi bu deprem ortamında da gazetecinin güvenliğinin sağlanması önceliklidir. Çünkü güvenli ortamda bulunmaz ise haber de yapamaz, gelişmeleri izleyemez. Ama bu tavır ve özenin bütün medya kuruluşlarında gösterildiğini söyleyemeyiz.
Faruk Bildirici, afet bölgesine gönderilen gazetecilerin giyim kuşamının, donanımlarının ve güvenliğinin medya kuruluşu tarafından sağlanması gerektiğinin ve sigorta yapılmasının şart olduğunun da altını çiziyor ve hatırlatıyor:
- 2011 yılında Van depreminde iki gazeteci, Sebahattin Yılmaz ve Cem Emir, kaldıkları otelin çökmesi üzerine yaşamlarını yitirmişlerdi. Medya kuruluşu onların güvenliği için yeterli önlemi almamıştı. Bu depremde de gazetecilerin benzer güvenlik sorunları yaşadıklarını, 3-5 günden fazla bölgede kalmamaları gerekirken 10-15 gün bölgede tutulduklarını gördük. Gazeteciler de insan. Uykusuz, dinlenemeden o travmatik ortamda uzun süre kalmaları hem çok yıpratıcı hem de körleştirici.
İnceoğlu bu noktada “dolaylı travmalar” konusunda gazetecileri uyarıyor:
- Kitlesel ölçekte ölüme ve yıkıma tanık olmanın kaçınılmaz ağır bir etkisi mevcut. Özellikle birebir, ilk elden depreme tanıklık eden gazeteciler ve ikincil risk grup olarak haber merkezindeki metinleri, video görüntülerini ve fotoğrafları işleyenler son derece savunmasızlar. Dolaylı travma olarak adlandırılan bu durum hakkında yapılan bir araştırma, haber merkezlerinde dehşet verici görüntülere veya seslere maruz kalan muhabirlerin travmatik stres veya diğer psikolojik sıkıntıların semptomlarını uzun süre taşıdıklarını ortaya koyuyor. Dart Merkezi İcra Direktörü Bruce Shapiro, Haiti depremini haberleştiren gazetecilerdeki gözlenen bazı etkilerin kalıcı olabileceğini yazmıştı.
- https://journo.com.tr/tv-deprem-haberleri-gazetecilik